Alışveriş… Eskiden ihtiyaçlarımızın karşılandığı bir eylemdi. Az alır, aldığımızı özenle saklar, kıymetini bilir ve mutlu olurduk. Şimdi ise alışveriş, çoğu insanda bir tutkuya, hatta bir bağımlılığa dönüştü.
O kadar pahalıya rağmen tüketme arzusu, içimizde sönmeyen bir açlık gibi büyüyor. Kaliteli olanı aramak elbette değerlidir. Ancak kalite, çoğu kez markaların pırıltılı etiketlerine saklanıyor. “Marka deliliği” dediğimiz şey, aslında toplumun bize altın tepsiyle sunduğu koca bir yanılsama.
Her yeni sezon, her yeni akım, sanki eksik bir yanımızı tamamlayacakmış gibi sunuluyor. Oysa dolaplarımız tıka basa dolu, ruhlarımız ise her geçen gün daha da boşalıyor. Alışverişin kirlenmiş hali yalnızca çevremizi değil, zihnimizi de zehirliyor. Gereksiz olanın istilası altında yaşıyoruz. Seçici olabilmek, ihtiyacın peşinde koşabilmek, artık en büyük erdem.
Çünkü çokluk içinde kaybolmak, azın değerini unutturuyor. Eskiden bir ayakkabı yıllarca giyilirdi, bir elbise düğünlerde hatıra kalırdı. Şimdi ise her şey bir defalık, geçici ve değersiz. Mutluluk, sahip olduklarımızın çokluğunda değil; kıymetini bildiklerimizin sadeliğinde gizliydi. Biz o sade mutluluğu çoktan unuttuk.
Toplum bize “tüket, daha çok tüket” diyor.
Vitrinler, reklamlar, sosyal medya… Hepsi aynı sesi fısıldıyor: Daha fazlasına ihtiyacın var! Oysa bu bir kör zaman çılgınlığıdır. Ne kadar çok şey satın alırsak alalım, doyumsuzluğun karnı hiç doymayacak. Nietzsche’nin sözleri kulağımda çınlıyor: “Sahip oldukların, sonunda sana sahip olur.” Gerçekten de öyle. Eşyaların kölesi, markaların mahkûmu, tüketimin esiri oluyoruz. Oysa özgürlük, azda ve özde saklıdır.
Kıymet Şahin